ÜZÜMLÜ KÖY
Üzümlü Köy
Zaman zaman içinde, kalbur saman içindeyken, vakitlerden bir vakit, köylerden bir köydeyken, bu köyün içinde bir küçük ev var iken… Bu küçük evde üç erkek kardeş yaşar iken…
Üç kardeşin üçü de köylerini çok severmiş. Severlermiş sevmesine ama gelin görün ki bu köy çok fakir bir köymüş. Ne uçsuz bucaksız ovaları ne de verimli tarlaları varmış. Köyde birkaç küçük ev, bir de kuru çeşmeden başkaca bir şey yokmuş. Üç kardeş karar vermişler, köyden çıkıp gidecekler, mal mülk edineceklermiş.
Amaçları belliymiş belli olmasına ama yolları belirsizmiş. En küçükleri, diğerlerine sormuş:
— Peki ya yolda başımıza bir hâl gelir de birbirimizi kaybedersek ne olacak, demiş.
Öyle ya, yol uzun, vakit belirsiz… Birbirlerini nasıl bulacaklar? Ortanca kardeşin aklına bir fikir gelmiş. Köyün çıkışındaki çeşmeyi göstermiş:
— Olur ya birbirimizi kaybedersek burada buluşalım, demiş.
Diğer iki kardeş de kabul etmiş bu fikri. Böylece sözleşmişler, yola çıkmışlar. Gide gide epey de uzaklaşmışlar. Sanki onlar yürüdükçe evler de, ağaçlar da hatta ağaçlardaki meyveler bile git gide büyüyormuş. Birdenbire önlerine pat diye bir şey düşüvermiş. Üç kardeş korkuyla birbirlerine sokulmuşlar. Sonra bakmışlar ki düşen kocaman bir yaprak, üçünün boyunu toplasanız ancak o yaprak edermiş, öylesine büyük. Meğer burası devler ülkesiymiş. Ağaçlar, evler, hatta çimenlerin, otların boyutları bile devlere göreymiş.
Devler ülkesine gitmek kolay değil, az yol yürümemişler buraya varmak için. O kadar yorulmuşlar ki evlerden birine konuk olmaya karar vermişler. Fakat kapının o koca tokmağını nasıl çalacaklarmış? Üçü birden seslenmiş:
— Kimse yok mu, biz Tanrı misafiriyiz!
Kimse kapıyı açmamış. En büyüğünün aklına bir fikir gelmiş:
— Şu kapının altındaki aralıktan giriverelim, demiş.
İçeri girmişler ki evde hiç kimse yok. Ama masanın üstünde börekler, çörekler, pastalar, meyveler, ille de koca koca üzümler… İyice karınları acıkan kardeşler bir üzüm tanesini yemeye başlamışlar. Üzüm tanesi deyip geçmeyin, dev ülkesi dedik ya, üzümün bir tanesi bile kocamanmış. Üç kardeş bir üzüm tanesini ancak bitirebilmişler.
Tam o esnada kapının açılma sesi duyulmuş. Ortanca kardeş,
— Kaçalım, demiş.
Kardeşlerin en küçüğü itiraz etmiş:
— Olur mu, yemeklerini yedik, hiç olmazsa teşekkür edelim.
En büyük ağabey buna çok öfkelenmiş:
— Yediğimiz bir üzüm tanesi, dev dediğinin kendi büyük aklı küçük olur, fark etmezler bile, demiş.
Bakmışlar ki küçük kardeş ikna olmuyor, diğer ikisi hemen masanın altına saklanmışlar. Doğrusu böyle büyük bir evde saklanmak bizim gibi küçük insanlar için hiç de zor değilmiş.
Ama kardeşlerin bilmediği bir şey varmış. Bu devlerin kendisi de büyükmüş, akılları da. Üstüne üstlük, gözleri öyle keskin, kulakları öyle hassasmış ki görmedikleri şey, duymadıkları ses olmazmış. Üç dev kardeş, davetsiz misafirlerinin tüm konuşmalarını duymuşlar, yine de küçük kardeşe sormuşlar:
— Sen de kimsin, evimizde ne arıyorsun?
Küçük kardeş macerasını anlatmış, sıra üzüm tanesine gelmiş:
— Karnım acıkınca bir üzümünüzü yedim, helal eder misiniz, demiş.
Üç dev kardeşten en büyüğü söz almış:
— Madem bir üzüm tanemizi yedin, o hâlde tarlamızda çalışacaksın. O zaman helallik veririz.
— Hay hay, demiş küçük kardeş. Böylece büyük dev onu alıp arpa tarlasına götürmüş.
İki dev kardeşle iki insan kardeş hâlâ aynı odadalarmış. Dev kardeşler, onların orada olduğunu bilmiyormuş gibi aralarında konuşuyorlarmış. Biri diğerine şöyle demiş:
— Şu değirmenin altını bir kazsak, çok altın varmış.
Masanın altındaki kardeşler bunu duyunca doğru değirmene gitmişler. Akılları küçük kardeşlerinde kalmış kalmasına ama nasılsa köydeki çeşmede buluşuruz diye düşünmüşler. Küçük kardeş arpa tarlasında çalışadursun, iki kardeş de değirmeni kazmışlar. Altın bulmak için altını üstüne getirmişler, yine de vazgeçmemiş tüm güçleriyle kazmışlar. Nafile, topraktan başka hiçbir şey yokmuş.
Gelin bir de küçük kardeşten haber verelim. Küçük kardeş, tarladaki tüm işleri bitirmiş. Devlerden tekrar helallik istemiş.
— Biz yediğini zaten helal ettik, demiş büyük dev. Ve ona bir üzüm tanesi büyüklüğünde bir altın para vermiş.
— Bu, dürüstlüğün için, demişler.
Üzüm tanesi deyip geçmeyin, bu altın, tıpkı yedikleri üzüm kadarmış!
— Peki ağabeylerim nerede, onları gördünüz mü, diye sormuş küçük oğlan.
— Onlar bizim bugünkü işimizi yapıyorlar, tüm gün bir değirmeni kazacaktık, onlar bizim için kazmaya gittiler demiş ortanca dev.
Küçük kardeş devlerle vedalaşmış. Köyündeki çeşmeye doğru, kardeşlerini bulmak umuduyla yola çıkmış.
Diğer iki kardeş çeşmeye çoktan varmış, üzgün üzgün kardeşlerini bekliyorlarmış. Hem devlere kanıp tüm değirmeni kazdıkları için hem de kardeşlerini oracıkta bıraktıkları için ayrı ayrı üzgünlermiş. Bir bakmışlar ki küçük kardeşleri uzaktan geliyor, sırtında da ağırca bir yük. Sarılmışlar, sevinmişler.
— Bu da nesi, diye sormuşlar sırtındaki büyük altın tanesine bakarak.
Küçük kardeş gülerek cevap vermiş:
— Küçük bir üzüm tanesi, demiş. Sonra başına gelenleri anlatmış. Üç kardeş mutlulukla köylerine varmışlar. O altın sayesinde köylerini yeniden inşa etmişler, her tarafa da üzüm asmaları dikmişler. Herkes bu köye Üzümlü Köy demeye başlamış.
Bir gün yolunuz Üzümlü Köy’e düşerse üzüm asmalarının altına oturup gözlerinizi kapatın, kim bilir, belki bir üzüm tanesi size bu masalı anlatır. Bana anlattığı gibi…